Bir kuvvet başka bir kuvvetin varlığı ile birlikte yürüyemiyorsa hesaplaşma kaçınılmazdır. 46,7 ile iktidara gelen kuvvet, ben başka kuvvet tanımıyorum, tek kuvvet benim diyorsa ve karşıda da başka kuvvetler varsa, hesaplaşmanın zamanı çok önemlidir.
RTE hesaplaşmanın kendisi için “en uygun zamanın şimdi” olduğunu beyan ediyor.
RTE önce “kutsal ittifakın içinde ilk hesaplaşmayı gerçekleştirip, kutsal ittifaktan kopup karşı tarafa geçebilecek olanların hesabını görmeye çalışıyor.”
Kuvvetler dengesi içinde kutsal ittifaktan ne anlaşılıyor onu belirtelim, konu daha iyi anlaşılsın. Kutsal ittifak; işbirlikçi sermaye, siyasal İslam ve bölücü Kürtlerden oluşur. Beş yıldır Türkiye’yi yönetenler bunlardır.
Hem siyasi İslam, hem işbirlikçi sermaye, hem de bölücü Kürtlerin dayandığı zemin ABD’dir. Ve onun Irak’taki ordusudur.
Ordunun uzun bastırmaları ve savunma içgüdüsü bölücü Kürtleri bu ittifaktan belirli ölçülerde koparmıştır. Bir çok anlamda siyasal İslam’ı desteklemeye devam ediyorlar ama araları limonidir. Ordunun bu konudaki kararlılığı milli güçleri ordunun arkasına yığmıştır.
Rezonans
İçine girdiğimiz süreç; a) Henüz siyasal nitelik kazanmamış ama yakında kazanacak olan dünya ekonomik buhranı, b) Türkiye’nin kendi içinde yaşanan hem ekonomik hem de siyasal (Cumhuriyet) krizler sürecidir.
Farklı periyot ve dalga boylarında hareket eden bu dünya ve Türkiye krizlerinin dalga boyları birbirini artıracak yönde gelişirse rezonans olur. Rezonans ya yıkım demektir ya da sönüm demektir.
RTE dünya ekonomik krizi ve iç ekonomik kriz gelmeden “erken hesaplaşmaya” gitmek istiyor. Burada büyük bir savaşa girdiğinin farkında olduğunu, (beyaz çarşaf) kefen ile açıklıyor.
İyi siyaset bu belirsizliklerden bir strateji çıkarabilen siyasettir.
Bu gelen büyük krizi (siyasi ve ekonomik) RTE yönetemeyecektir. Çünkü o kadar gücü yoktur ve savaşa girerken ittifakları çoğaltmak yerine daraltmaktadır.
46,7’ye bakmayın kriz ortamlarında sandıklar falan hesaba katılmaz, savaşın acı kuralları geçerlidir. Çünkü gerçek güçler ortaya çıkar.
Türkiye’nin sorunları sistem içimde kalınarak çözülebilecek sorunlar değildir. Üretmeyen, birikimlerini satan, iç siyasi dengeleri oynak, bir ülkenin yalnızca mali politikalar ve borca dayanarak ayakta kalabileceğini var saymak mantıklı değildir.
Şimdi çözümsüzlükler geldi dayattı. M. Kemal’in yolundan çıkanlar, krizlerin yoluna girdiler. Bu sefer ki buhran dünya buhranı ile birleşmek üzeredir.
Planlı bir ekonomi ve devletçi bir çizgiye girmeden gidilecek bir yol yoktur. Piyasaya kendini teslim edenler sonunda çuvalı (türbanı) kafalarına geçirmişlerdir. Piyasa kör bir kuyudur. Her krizde fakirin ekmeğine bir kez daha el konur. Krizler emme basma tulumba gibidir. Fakirden alır zengine verir. Çünkü işsiz kalan fakir olandır.
2008-02-13, bulentesinoglu@gmail.com
Kalıcı Bağlantı Yorum yapılmamış

Savaşın ekolojik izlerini izlemeye koyulduğumuz ilk yazımızda kavramlar , pozitif ölçütler ve rakamların diliyle ekolojik tahribatın boyutlarını ortaya koymaya çalışmıştık. Oysa gerçek , ekolojik tahribatın boyutlarının sınırsıza vurduğudur.Tahribat her türlü ölçeğin ve boyutun ötesindedir. Çünkü ekosistem sanıldığından çok daha fazla karmaşık ,dinamik bir sistemdir ve sık sık kaos aralığındaki salınımına kaptırır kendini. Örneğin doğada bir türün yok olması ciddi bir biçimde kendisi ile ilişkili diğer türleri de etkiler ve onları da yok oluşa sürükleyebilir.
Başka bir örnekleme ile orman yangının yangın bölgesindeki tüm flora ve faunaya olan etkileri kadar salınan karbondioksit gazının atmosferdeki etkileri yine toprağın erozyona karşı korunmasız kalması gibi sonsuzdur.
Geçen her gün dünyaya karşı yürüttüğümüz bir kıyımın orta yerinde bu yıkıcı etkinliğimizden bihaber çaresizliğimizi katlamaktayız. Barışçı olmadan, tüm kalbimizle barışı çağırmadan doğanın ve dünyanın yok olmasına karşı konulmayacağını anlamamız gerekiyor. İnsanoğlunun birbiri ve siyasal erk ile ilişkisini tümden değiştiren tarihsel humanizma hareketi gibi onun çevre ve doğa algısını değiştirecek bir çevreci ve barışçı bilinç devrimine ihtiyaç vardır. Bu bilinç dönüşümü veya devrimi uluslar arası sözleşmelerde ifadesini bulmalı; uygulanabilir, etkin yasal düzenlemeler yapılmalı. İnsanoğlunun kendi arasında ve doğa ile olan hukuku yeniden gözden geçirilmelidir.
Doğayla insan ilişkileri ve barış hukuku açısından mevcut durum beklentilerin oldukça altındadır. Savaş vakitlerinde aslında devletler açısından bağlayıcılığı olmayan ama sivil sorumluluk adına uyulması gereken sözleşmeler ve bu sözleşmelerde açıkça ortaya konan prensip ve maddeler vardır. Ekolojik dengenin korunması hususunda hukukun temel prensiplerini oluşturan Roma Hukukundan başlayarak, 1907’de imza altına alınan Hogue Sözleşmesi, 1949’da kabul edilen Cenevre Sözleşmelerine değin tüm uluslar arası sözleşmeler zorunlu gereklilikler haricinde çevre ve kültürel mirasın tahrip edilmesini yasaklar . Fakat tüm bu sözleşmelerin daha evvel belirttiğim gibi bağlayıcılığı olmaması nedeni ile eksik enstrümanlar olarak uluslararası hukukta güdük kalmışlardır.
İnsanlık ve dünya tarihi açısından en büyük çevre tehdidi olan sera gazları emisyonunu kontrol altına almak için 1997 yılında Japonya’da imza altına alınarak, 2005’de resmen yürürlüğe giren çevrenin korunmasını evrensel hükümler altına alan Kyoto Sözleşmesi yukarıda bahsettiğimiz bilinç dönüşümü açısından oldukça önemlidir. Bu sözleşmeyi 140 önemli ülke imza altına almış olup, bunun yanında Amerika ve Avusturalya gibi büyük ülkeler onaylamamıştır. Bu sözleşme dünyanın ısınmasına yol açan gazların emisyonunu sınırlardırmak zorunda bırakıyor, küresel iklim değişikliklerini önlenmeye çalışılıyor.
Ancak Türkiye, Kyoto Sözleşmesi’nin imzalandığı vakitlerde Çerçeve Sözleşmesi’ni imzalamadığı için bu sözleşmeyi ne imzalamış, ne de onay vermiş sayılmamaktadır. Bu konuda iklim değişikliği konusunda çevreci grup ve bireylerin bir takım kampanya ve girişimleri devam etmektedir. Türkiye’nin sözleşmeyi imzalamamasındaki en önemli nedenlerden biri kamuoyuna yapılan açıklamalara göre çevre tahribatının en az yapıldığı ülkelerin, en fazla mağdur ülke durumuna düşürülmesi nedeni ile onay verilmemektedir.
İnsanın doğaya karşı takındığı bu alabildiğine pervasız tavrın onun yaşadığı dünyayı algılayışı daha doğrusu algılayamaması ile yakından ilintili olduğu kanaatindeyiz. Çocuklarımızdan ödünç aldığımız bir dünyada, yaşadığımız ve her an kirletmekte olduğumuz toprakta yetişen gıdalarla besleniyor, sularla yıkanıyor, havayı soluyoruz.
Daha ötesi hiç hakkımız olmadığı halde öfkemize, yıkıcı faaliyetlerimize, çılgınlığımıza beraber yaşadığımız on milyonlarca türü kurban ediyoruz. Üzerinde yetiştiğimiz dünya yine bizim eylemlerimizin bir sonucu olarak hızla ölmekte ve bir çöp yığını haline dönmektedir.. İçinde uygun gıdaların bulunduğu ortama bir miktar bakteri bırakıldığında bu bakterilerin başlangıçta hızla çoğaldığı bir süre sonra da ortamdaki besin maddelerinin azalmaya başlamasıyla başlangıçtaki hızlı çoğalmasının yavaşlayıp durduğu ardından da ortamda biriken artık maddelerin etkisi ile ölümlerin meydana geldiği gözlenmiştir.
Kutsal kitapların, dünyanın ve diğer tüm canlıların efendisi diye nitelendirdiği insan; eğer tek hücreli bakterilerin yaşam döngüsüne benzer biçimde bir gün kendi atıkları içinde boğulacaksa, bu onun doğaya ve dünyaya karşı var olan algısının ve bilinç düzeyinin bir tek hücreli mikroorganizmadan farklı olmadığının en büyük kanıtı olacaktır.
Yazar: Sibel Maraşlı